SAYFALARIM |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hikaye..!
ÖPÜCÜK SAYAN MELEKLER
Biricik Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çocukları çok ama çok sever ve “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir.” derdi. Allah Resulü çocuklara olan bu sevgisini her fırsatta gösterirdi. “Kokusu Cennet kokusudur.” dediği çocukları öpüp koklar, mübarek dizlerine oturtur, bağrına basar, başlarını ve yanaklarını sevgiyle okşayıp onlara dua ederdi. Bazen de yolda gördüğü çocukları bineğine alıp gezdirirdi.
Bu sevgi o kadar çoktu ki Sevgili Peygamberimizin yanında yetişen Hz. Enes (r.a):
- Çocuklara karşı Hz. Peygamberden daha şefkatli olan hiç kimseyi görmedim, demiştir.
Onun sevgisiyle şereflenmiş şanslı çocuklardan olan İbnu Rebîa anlatıyor: “Babam beni, Abbas da oğlu el-Fadl’ı Resûlullaha gönderdi. Yanına gittiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha içten sarılanını görmedik.”
Sevgili Peygamberimizi torunu Hz. Hasan’ı öperken gören Akra’ İbnu Hâbis bunu tuhaf karşıladı ve: “Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim.” dedi. Peygamber Efendimiz de ona bakıp şu cevabı verdi: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Yani çocuğuna şefkat gösterip acımayana Allah da şefkat gösterip acımaz.
Bir keresinde de bedevîlerden (çöl Araplarından) bir grup Peygamber Efendimize gelip “Çocuklarınızı öper misiniz?” diye sormuştu. “Evet” cevabını alınca “Fakat biz Allah’a andolsun ki öpmeyiz.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?” buyurdular.
Sevgili Peygamberimiz, herkesi çocuklarını öpmeye teşvik etmiş ve şöyle demiştir: “Çocuklarınızı çok öpün. Zira her öpücük için size Cennet’te bir derece verilir. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.”
MUSTAFA TOPÇU
İĞNEYİ UNUTMA
Safiye, her gece anasını rüyasında görür; rüyadan uyanınca büyük bir acı hissederdi. Gecenin al yalazında gözyaşları üşütürdü yüreğini. Yatak sıcaktı, ama gözyaşları buz gibiydi. Ne kadar özlemişti böyle. Birkaç hafta olmuştu anası bu dünyadan göçeli.
Herkes, anasını "Güllü" diye çağırırdı. Asıl adı, Gülfikâr uzun geldiği için böyle derlerdi. Rüyasında anasına doğru koşuyor, tam elinden tutacak gibi oluyorken birden uyanıyordu. Tekrar gözlerini sıkıca kapatıp, yeniden aynı rüyayı görmeye çalışıyordu. Ama dalmak ne mümkün. Gözlerine hasret kokan gözyaşlarından başka bir şey gelmiyordu.
...
Sabaha kadar anasının özlemiyle için için ağladığından, yastık ıslanırdı. Bunu da, küçük kardeşinden gizlemek zorundaydı. Çünkü; anası, Selim'i Safiye' ye emanet etmişti. Son görüşmelerinde ellerini avuçlarının içine alırken güzel bir seyahate çıkacakmış gibiydi. Avuçlarına ne zaman baksa, anasının sıcaklığı parmak aralarından düşüp kaybolacakmış gibi gelir, ellerini sıkı sıkı yumardı.
İşte sırf anacığına verdiği bu söz yüzünden gece sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslanan yastığını kardeşi Selim'den gizlerdi. Görürse: "Abla, niçin ağlıyorsun ki?" diyeceğinden ve ona cevap verememekten korkuyordu.
İş yapmak Safiye’yi hiç mi hiç yormuyordu. Akranları dışarıda oynarken o kazları suya götürmek, çamaşır yıkamak, kardeşine ve babasına yemek hazırlamakla uğraşıyordu. Bu işlerin yanında bir de uyurken altını ıslatan Selim'in yatağını bahçe duvarına asmak vardı.
Safiye, anasından kalan bütün eşyalara gözü gibi bakardı. Tertemiz kullanır, onlara zarar gelmemesi için özen gösterirdi.
Anasının en sevdiği gül desenli önlük, bir gün koyunları sağarken yırtıldı. İçi parçalandı. Âdeta önlükteki güllerin dikenleri yüreğine sürtünmüş de acı veriyordu. Yırtılma sesini duyar duymaz, koyunun memesini bıraktı. Donakaldı. Önlüğü incitmekten korkar gibi nazik hareketlerle kollarının arasına alıp iyice kokladı. Sanki hâlâ anasının kokusu vardı. Akşam saatleri olduğu için sökük tam görünmüyordu.
Önlüğü tamir etmeyi düşündü, ama akşam vakti iğneyi ipliği nereden bulacaktı. "Köydeki dükkânlarda da yoktur."diye düşündü. Ancak babasına söyleyecek, ilçeden almasını isteyecekti. Süt sağmayı yarım bırakmamak için işini tamamladı.
Sütü sağıp, elinde bakraçla içeri girdiğinde babası da kapıdan giriyordu. Safiye'yi gören Zihni Ağa:
- Benim güzel kızım nasılmış bugün.
- İyiyim baba.
- Bize hangi yemeği yapacaksın bu akşam.
- Süt çorbası baba.
Süt çorbasını duyunca Selim'in gözleri parladı:
- Benim de nicedir aklımdan geçiyordu. Anamın da en çok sevdiği yemek, deyince bir an için odayı bir sessizlik kapladı. Zihni Ağa bu durumu geçiştirmek için Selim'i kucağına alıp:
- Bugün kazları iyi otlattın mı bakayım? dedi.
Selim, sarı kaşlarını heyecanla kaldırıp:
- He ya baba! Hem de en yeşil yerlerde otlattım.
- Aferin, benim aslan oğlum.
Selim, büyük adam gibi konuşunca evin neşesi gelirdi. Yemek hazırlanırken Safiye babasına yaklaşıp:
- Baba, yarın ilçeye giden biri var mı?
- Hayırdır ne oldu ki?
- Önlük yırtıldı da... Dikecek iğne iplik lâzım oldu.
- Hııım!.. Hele bir sabah olsun, bakarız çaresine kızım. Elbet bir giden bulunur.
...
Safiye, bütün akşam yırtılan önlüğü düşündü. Bu düşünceyle uykuya daldı.
Rüyasında, annesini gördü. Yine güller arasında duruyordu. Bu kez, Safiye'yi yanına çağırıp:
- Kızım, iğne iplik arıyorsan, ocağın üstündeki taşta, iğne ve iplik var. Onları oradan al, ama kullandıktan sonra komşu Zehra yengene götür. İğneyi ondan emanet almıştım, dedi.
Safiye şaşkınlıktan sadece : "Peki ana." diyebildi.
- Aman emanetleri vermeyi unutma, diye ilâve etti, Güllü ana.
- Unutmam ana, dedikten sonra bir daha anasına sarılacaktı ki yorgana sarılmış bir şekilde uyandı. Bütün bunların bir rüya olduğunu anladı.
Rüya devam etsin diye ümitle gözlerini kapadı, ama nafile; uyku girmiyordu gözüne. Sabah ezanı da okunmaya başlayınca, kalkıp abdest aldı.
Bu arada babasının da uyandığını fark etti. Babası namaz için camiye gidecekti. Safiye, namaz kıldıktan sonra: "Hava aydınlanana kadar ocağı yakayım." dedi. Kibrit almak için ocağın üstündeki taşa baktı. Rüyasında anasının söylediği yerde burulu bir kağıt gördü. Aceleyle aldı. İçini açınca hayretler içinde kaldı. Anasının dediği gibi kağıdın içinde iğne iplik vardı. Kağıdı bir kelebek kanadının narinliği ile iyice göğsüne bastırdı. Anasına hasret gideriyordu.
Bu arada, birazdan babasının camiden geleceğini ve ocağı hâlâ yakmadığını hatırladı. Ocağı bir çırpıda yakıp üzerine akşamdan kalma çorbayı koydu. Ardından da önlüğün yırtığını özene bezene dikti. Ocaktan kor alıp, kömürlü ütünün içine koydu. Dikkatli bir şekilde ütüleyip dolaba yerleştirdi.
Zihni Ağa eve geri geldiğinde bütün olanları ona anlattı. Babası gözyaşlarını gizlemek için koyunları bahane edip odadan çıktı. Kahvaltı hazırlanırken, babası da koyunları köyün sürüsüne katmak için köy meydanına gitti. O da Selim'i uyandırmak için odasına gittiğinde, Selim'in uyandığını, suç işlemiş gibi bir köşede beklediğini gördü. Anlaşılan yine altına kaçırmıştı. Safiye, kardeşini daha fazla üzmemek için yanına gidip:
- A benim güzel kardeşim. Ne üzülüyorsun; asarız dışarıya öğleye kadar kurur, çarşafı da yıkadık mı mis gibi olur, dedikten sonra yorganı kucaklayıp dışarı çıktı.
Kahvaltıdan sonra anasının söylediği iğne ipliği alıp, komşularının yanına gitti. Ne diyeceğini bilemediği için sadece iğneyi ipliği uzatıp:
- Anam rüyama girdi. “Bunlar Zehra yengenindir, ona ver.” deyiverdi.
Daha fazla konuşamadı. Yutkundu ve yerinde kalakaldı. Duyduklarını, Zehra hanımın aklı almıyordu. Başındaki yaşmağı düzeltir gibi yapıp yaşmağın bir ucuyla da gözyaşlarını sildi. Başını iki yana sallayıp:
- Hey gidi rahmetli. Senin gibi komşu az bulunur, diyebildi ancak.
...
Safiye, evde işlerinin olduğunu söyleyip evden çıktı. Zehra Hanım da:
- Kızım buraya kadar gelip hemen mi gideceksin. Bari bir ayranımı iç, dedi.
- Başka bir zaman inşaallah.
Safiye, geriye dönerken anasının vermiş olduğu görevi yapmanın huzuru ile evinin yolunu tuttu. Yolda, Selim'i kazları suya götürürken arkadaşlarıyla şakalaşmasını görünce hüznünün biraz daha azaldığını hissetti. Artık o kadar hüzünlü değildi.
MURAT KAYA
Ayakta Alkışlanan 'On Parmak'
Mozart'ın, bulunduğu şehirden çok uzakta bir yerde konser vermeye gitmesi gerekiyordu. Bu seyahate çıkmasını istemeyen karısıyla girdiği uzun sayılabilecek bir mücadeleden sonra Mozart, gitmeye karar verip yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştı.
Üç günlük yorucu bir yolculuktan sonra, konseri vereceği salona ulaşan Mozart, salonun tam anlamıyla hazırlanmış olduğunu gördü. Heyecandan içi içine sığmıyordu. Saatler hızla geçmiş konser saati gelip çatmıştı. Mozart, son hazırlıklarını ve alışkanlığı olan parmak alıştırmalarını yapıp sahneye çıkınca, salonda yalnızca 'on' kişinin olduğunu hayretle gördü. Fakat sadece kendi işini yapmaya konsantre olduğu için, piyanonun başına geçti ve dinleyicilerine, ömrünün sonlarına doğru, “Hayatımda verdiğim en güzel konserlerden biriydi; belki de en güzeliydi!” diyeceği muhteşem bir müzik ziyafeti verdi.
Konser bitiminde salonda bulunan herkes onu ayakta alkışlıyordu.
O gece, eşine yazdığı mektupta Mozart şöyle diyordu:
"Karıcığım burada müthiş bir konser verdim ve herkes beni ayakta alkışladı."
Tarık Behram Akın
TEMİZLİK YARIŞI
Hey arkadaşlar bizim Salih Dedeyi tanıyor musunuz? Salih Dede, mahallemizin dağın yamacına sırtını dayamış kısmında oturur. Küçük, şirin bir evi ve çiçeklerle süslü çok güzel bir bahçesi var. Her zaman güler yüzlüdür. Beyaz sakalları sevimli yüzünde o kadar güzel duruyor ki anlatamam. Kendisi emekli bir imamdır ve çocukları çok sever. Biz de onu çok severiz. Yolda bizi gördüğünde selâm verir, hatırımızı sorar, bu yüzden o, mahalledeki çocukların Salih Dedesi. Haa bir de çok kitap okuyan birisidir. Her zaman bizi kastederek: "Benim çocuklarım, çiçeklerim bir de kitaplarım var." der. Salih Dedeyi sık sık ziyarete gideriz. O da buna sevinir ve bize güzel güzel hikâyeler anlatır. Geçen gün ben, Sümeyra, Zeynep ve Hansa kendisini ziyarete gittik. Bizi bu sefer kitaplarla dolu bir odada ağırladı. Odanın dört tarafı yerden tavana kadar kitaplarla doluydu. Şaşkınlığımı gizleyemedim: "Salih Dede, ne kadar çok kitabınız var böyle." dedim. Salih Dede gülümsedi. Biz pencere tarafındaki sedire otururken o da karşımızdaki sandalyesine ilişti, "Çok kitap okumalıyız, çocuklarım dedi. Çok! Çünkü ne kadar çok okursak kelime hazinemiz o kadar artar. Ne kadar çok kelime bilirsek o kadar fazla düşünebiliriz. Yine ne kadar çok kelime bilirsek düşüncelerimizi o kadar iyi anlatabiliriz." dedi. Sonra bize şunu anlattı. "Çok eski zamanlarda, bize çok uzak yerlerde bir kabile yaşarmış. Bu kabile en fazla beşe kadar sayabiliyormuş. Altı, yedi, sekiz ve diğer rakamları bilmiyorlarmış. Bu kabileye otuz tane koyun vermişler ve lütfen bunu sayın demişler."
Biz merakla dinlerken, Salih Dede tebessüm ederek bize, "Farz edin ki siz bu kabiledensiniz ve bu otuz koyun saymanız için size verildi, nasıl sayardınız? Sümeyra hemen atıldı: "Otuz koyunu saymakta ne var Salih Dede, bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi..." hızla sayıyordu ki ben müdahale ettim. 'İyi de Sümeyracığım bunlar, altı, yedi ve diğer sayıları bilmiyorlarmış ki..." Hepimiz sustuk ve nasıl sayacağımızı düşünmeğe başladık. Derken Zeynep sevinçle ileri atılarak "Ben nasıl sayacağımızı buldum, Salih Dede. Beşer beşer gruplandırarak saymalıyız." Salih Dede gülerek sakalını sıvazladı: "Hımm say bakalım." dedi. Zeynep koyunlar önündeymiş gibi saymaya başladı. Bir iki üç dört, beş bu birinci grup. Çok güzel dedi Salih Dede. Zeynep devam etti. Bir, iki, üç, dört, beş! Bu da ikinci beş. Bir iki üç dört beş, bu üçüncü beş. Bir iki üç dört beş, dördüncü beş. Heyecanla kendinden emin saymaya devam etti. Bir iki üç dört beş bu da beşinci beş. Sonra durdu şaşkın şaşkın bakındı "Eee yirmi beş koyun yaptı. Geriye beş tanesi kaldı." İşin içinden o da çıkamadı. Salih Dedeye döndü "Nasıl sayarlar Salih Dede?" diye sordu. Salih Dede yine gülerek sakalını sıvazladı. "Yaaa çocuklarım anladınız mı şimdi kelimeleri bilmenin önemini. Eğer bu kabiledekiler altı kelimesini bilselerdi, gruplandırarak en az otuz altı tane koyun sayarlardı. Yedi kelimesini bilselerdi, kırk dokuz tane sayarlardı. Şimdi otuz tanesini bile sayamıyorlar. Yani sizin anlayacağınız sevgili yavrularım, ne kadar çok kelime bilirseniz, o kadar çok düşünebilir ve düşüncelerinizi o kadar iyi anlatabilirsiniz. Kelime bilginizi artırmak için de kitap okumanız lâzım." dedi. Bu anlattığı çok hoşumuza gitti. O günden sonra hepimiz kendisinden birer kitap alarak okumaya başladık.
Nur Pakdemirli
SONUNDA BULDUM
Bir Pazar günüydü. Arkadaşlarımla gölün kenarında yürüyorduk. Bir ara arkadaşım Davut “Arkadaşlar bakın göl kenarındaki banklar boş.” dedi. Bu cümlenin anlamını biliyorduk. “Gelin oraya oturalım, otururken de çekirdek yeriz.” demekti. Birbirimizin yüzüne baktık. Kimse itiraz etmedi. Demek ki gidebilirdik. Zaten yürümekten de yorulmuştuk. Hemen yolun kenarındaki sahil büfesinden çekirdek alıp banklardan birine oturduk.
Bizi de karşıdan gören, kol kaslarımızı geliştirmeye çalıştığımızı zannederdi. Kolumuz sürekli kalkıp iniyordu. Parmaklarımızın arasında bir çekirdek. Ağzımızdan dönüşte tam orta noktada savrulan kabuklar. Hani düşünülerek yapılsa karıştırır insan. Kabuğu bile atabilir ağzına.
Hiçbirimiz karıştırıp kabuğu ağzına atmıyordu. Hatta ben kabukları yere bile atmıyordum.
Belediyemiz çöp kutusu koymayı unutmuş diye çekirdekleri kabukları ile yiyecek değilim ya. Yere de atamam. Mecburen kabukları elimde biriktirmeye başladım. Bir yandan da elimdeki çekirdek kabuklarını arkadaşlarımdan gizlemeye çalışıyorum. Görseler ne diyeceklerini adım gibi biliyorum. “Hayrola Yusuf!” Kabuk koleksiyonu mu yapacaksın diyecekler.
Ama elimin de bir kabuk biriktirme kapasitesi var, değil mi? On, bilemedin on beş çekirdekten sonra dolacak. Bu endişeyle bir yandan çekirdek yiyor, bir yandan da çekirdek kâğıdının içine bakıyordum. Tam bu sırada arkadaşlarımdan biri: “Arkadaşlar ben müsaade isteyeceğim.” dedi. Köye gideceklermiş. Acele eve gitmesi gerekiyormuş. Tamam, dedim içimden bu çekirdek faslı bitti; çünkü bir kişi giderse grup dağılır.
Ardından ben izin istedim. “Arkadaşlar benim de evde olmam gerekiyor.” dedim. Tabiî derdim, arkadaşlarım görmeden elimdeki çekirdek kabuklarından kurtulmaktı. Bunun için acele bir çöp kutusu bulmalıydım. Ama nereden bilecektim asıl çilemin bundan sonra başlayacağını. İlçemiz küçük. Herkes birbirini tanıyor. Yolda kiminle karşılaşsam: “Hayrola Yusuf ne saklıyorsun elinde, yoksa yolda bir şey mi buldun?” diye soruyordu. Hayır, bir şey bulmadım, diyorum. Bu sefer de “O zaman elini aç da görelim.” diyorlar. Elimi açsam ne olacak. Bir avuç çekirdek kabuğu. Önce garip garip bakacaklar. Sonra gülecekler.
Son çare olarak acelem varmış gibi koşar adım yürümeye başladım. Böyle olunca en azından acelesi var diye beni yolda lafa tutmazlardı. Sonunda on beş dakikadan beri aradığım şeyi gördüm. İlerideki telefon direğinin tam yanındaydı. Hayatımda bir çöp kutusunun beni bu kadar mutlu edeceğini hiç düşünmemiştim.
Ahmet ÖZDEMİR
MARİFETLİ ÇOCUK
Üç kadın ellerinde sepetleriyle pazardan dönüyorlardı. Dinlenmek için yolun kenarındaki kanepeye oturdular. Çocukları hakkında sohbet etmeye başladılar.
Birinci kadın; Oğlunun çok hareketli olduğunu, ellerinin üzerinde dakikalarca yürüyebileceğini söyledi.
İkinci kadın; Bülbül sesli oğlunun şarkılarına herkesin bayıldığını anlattı.
Üçüncü kadın onları dinlemekle yetindi. Niçin konuşmadığını sorduklarında:
- Benimkinin anlatılacak bir marifeti yok, dedi.
Bu konuşmalara kulak misafiri olan bir ihtiyar, kadınların peşinden yürüdü.
Sokağın başında kadınlar sepetlerini yere bırakıp yorulan kollarını, ağrıyan bellerini ovuşturmaya başladılar. Onları gören çocukları koşarak geldiler.
Birinci kadının oğlu perendeler atarak ellerinin üzerinde yürüyordu. İkinci kadının oğlu bir taşın üzerine oturup annesinin sevdiği şarkılardan birini söylemeye başladı. Diğer kadınlar onu coşkuyla alkışladılar.
Üçüncü kadının oğlu ise;
- Sana yardım edeyim anneciğim, diyerek sepetin kulpuna yapıştı. Kadınlar oradan geçmekte olan yaşlı adama, çocuklarının marifetini nasıl bulduğunu sordular.
- Ben marifetli bir çocuk gördüm, dedi ihtiyar. 0 da annesine yardıma koşan şu çocuk, 0, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'in şu hadis-i şerifine uygun davrandı:
"HERKESE ANNESİNİN HİZMETİNDE BULUNMAYI TAVSİYE EDERİM."
ÇOBAN KÖPEĞİ
Ahmet yamaçtaki bağlarından doldurduğu bir sepet üzümü koluna takmış, kan ter içersinde köyüne doğru ilerliyordu Annesi bağda olgunlaşan üzümleri toplayıp bir öbek yapmış, Ahmet'i de üzümleri alıp eve götürmekle görevlendirmişti.
Ahmetlerin bağlan köyden üç kilometre kadar uzaklıkta, Bostan Dağının yamaçlarındaydı. Dağın yamaçları üzüm bağıyla doluydu. Dağın diğer sırtında ise Yalaza Köyü vardı. Ahmet kaç kez bağı Yalaza köyünün koyun sürülerinden korumak için, bu köyün çobanlan ile kavga etmişti. Hepsinden kötüsü de koyun sürülerini korumak için gezdirilen çoban köpekleri ile karşılaşmaktı. Köpeklerin boylan neredeyse Ahmet'in omuz hizasına kadar geliyordu.
Ahmet'in bu korkunç yaratıklara 'karşı tek silahı yanında taşıdığı kalınca bir sopaydı. Gerçi sopayı hiç kullanmamıştı. Ne zaman ona gerek duysa çobanların ıslığı imdadına yetişirdi. Çobanlar sürünün etrafında göremedikleri köpeklerini ıslık çalarak çağırıyorlardı,
Ahmet kaçıncı kez bilinmez yine sepetini Doldurmuş, bağdan eve dönüyordu. Toprak yolun büyük bir kısmını geride bırakmıştı. Köyün yakınındaki Akçeşme'ye kadar geldi. Âdetiydi, Akçeşme'nin başında birkaç dakika oturur, elini yüzünü yıkardı. Çeşmenin buz gibi soğuk suyundan içer, susuzluğunu giderirdi. Yine sepetini ve sopasını çeşmemi üst tarafındaki çam ağacının dibine bıraktı Ayağının lastik ayakkabılarını çıkardı. Çorap giymemişti. Üzerinde kısa kollu bir tişört vardı. Yaz mevsimiydi, hava çok sıcaktı. Çeşmeye yaklaştı. Önce kana kana suyunu içti. Elini yüzünü yıkadı. Ayaklarını buz gibi soğuk suyun içinde bekletti. Yorgunluğu azalmıştı. Dedesinden duymuştu, soğuk su insanları dinlendirirdi.
Ayaklarını suyun altından çekmek için harekete geçmişti ki, arkasından gelen hırlama sesiyle irkildi. Korkuya kapılmıştı. Heyecanla hemen arkasına döndü. Karşısında uzun gri tüyleri olan kocaman bir çoban köpeği duruyordu. Korkudan titremeye başladı. Çoban köpeği ağzını açmış, iri dişlerini Ahmet'e gösteriyordu. Kudurmuş gibiydi.
Ne yapacaktı şimdi? Köpek ile arasındaki mesafe sadece birkaç metreydi. Hareket etmeye çalışırsa, bir anda köpeğin iri cüssesi altında kalabilirdi. Belki de köpek bacağını ısıracak onu dayanılmaz acılar içinde bırakacaktı. Donup kalmıştı. Kalbi korkudan dışarıya çıkarcasına atmaya başladı. Kıvranıyordu, yardım istemek için bağırmak, şaşkınlıktan aklına gelmiyordu.
Bu durum birkaç saniye sürdü. Köpek bir anda korkudan titreyen Ahmet'in üzerine atladı. Ahmet sırt üstü yere düşmüştü, yerde bağırmaya çırpınmaya başladı. Korkudan gözlerim kapatmış, incecik elleri ve ayaklarıyla köpeğe karşı koymaya çalışıyordu. Fakat bir an ellerini ve ayaklarını hiçbir şeyin zorlamadığını fark etti. Gözlerini açtı. Üzerinde ne çoban köpeği ne de onun sivri dişleri vardı.
Hemen kalktı, arkasına döndü ve o müthiş manzara ile karşılaştı. Az önce ona hırlayan köpeğin dişleri arasında büyük bir yılan can çekişiyordu. Çoban köpeğinin hedefi kendisi değildi O su içerken yanına sinsice yaklaşan bir yılandı. Çok korktuğu çoban köpeği hayatını kurtarmıştı.
Hasan DEMİRHAN
PÜF NOKTASI
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.
Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...
Berber: "Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum."
Adam: "Peki neden böyle düşünüyorsun?"
Berber: "Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu?
Allah olsaydı, kimse acı çekmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berber dükkânına geri döndü.
Adam: "Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok."
Berber: "Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."
Adam: "Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."
Berber: "Hımmm... Berber diye bir şey var, ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"
Adam: "Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki?
İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"
ÜÇ GÜL
“Kutu kutu pense elmamı yerse
Arkadaşım Sevde arkasını dönse!”
Her gün ağzımdaki cümlelerdi bunlar; döner, döner, dönerdik. Akşama kadar bu oyunu oynayarak asla bıkmazdık. Bizden bahsediyorum, biz dört kafadardan.
Ben, Aziz, Sevde ve Semra! Mahalle arkadaşı, oyun arkadaşı, can arkadaşıydık. Sadece geceleri birbirimiz göremezdik ama sabahı iple çekerdik. Yeni bir gün, yeni oyunlar, haylazlıklar… Belki çocuktuk, büyüklerin deyimiyle “yumurcak” tık ama kocaman bir dünya kurardık her gün kendimize. İçinde hayallerimizin olduğu bir dünya.
Bir araya geldiğimizde önce doyasıya oynar, yorulur sonra bahçemizin çardağında oturur bir yandan ayranlarımızı yudumlar bir yandan da hayaller kurardık.
Aziz, bir uçağı olsun isterdi, onunla tüm dünyayı gezip görmeyi hayallerdi. Sevde şekeri çok sevdiği için kocaman bir şeker dükkânı olmasını ve isteyen bütün çocuklara vermeyi, Semra büyük okullarda okumayı, büyük bir insan olmayı, parası olursa bir okul yapmayı, bütün kimsesiz çocukları okutmayı isterdi. Bense dünyanın bütün çocuklarıyla arkadaş olmayı…
Hemen her gün bahçedeki çardakta oyunlar oynar, sonrasında da bu kimselere söyleyemediğimiz kendimizce müthiş olan hayallerimizi paylaşırdık. Hatta hayallerimizin gerçekleşmesi için bahçemize güller dikmiştik. Her gün suluyorduk. Kimin fidanı önce büyürse o hayal gerçekleşecekti, buna öylesine inanmıştık ki!
Ve bir gün, ansızın bir gün onları hayallerimizle birlikte yitirdim. Depremde Aziz, Sevde ve Semra beni bırakıp gitti. Artık birlikte oynayacak, gülecek kendince dünyalar kuracak dostlarım, can arkadaşlarım yoktu. Artık bahçenin de tadı yok, sanki çardak bile ağlıyor. Geceleri yatağıma girdiğimde yaşadıklarımızı düşünüyorum, boğazım acıyor, yüzüm ıslanıyor, yorganım teselliye çalışıyor. Ben onları çok ama çık özlüyorum. Her gece çağırıyorum onları; gelin yine oyunlar kuralım, hayallerimizden konuşalım diyorum. Gelmiyorlar, gelemiyorlar. Tek tesellim rüyalarım, rüyalarda görüşüyoruz bazen. Güllerini soruyorlar bana, bahçemizdeki güllerimizi, en çabuk Semra’nın ki büyümüş. Söylüyorum o kadar seviniyor ki!
Öyle hoşlar ki! Altından çardaklarda oturtuyorlar, kristal bardaklarla ayran içiyorlar…
Ve ben onları tekrar rüyamda görüyorum. Semra, bir grup çocukla bir sınıfta Sevde camdan bir şeker dükkânında, Aziz ise göklerde…
İşte canlarım, can arkadaşlarım nerelerdeler!
Bense uyandığımda yerimdeyim. Belki ben onlar kadar çabuk ulaşamadım hayalime ama biliyorum, bekliyorum bir gün olacak. Ve ben de onlarla, o altın çardakta oturup konuşabileceğim.
Bahçemizdeki güller şu anda üç yaşında. Üç yaşında, üç gül. Henüz küçük görünen Aziz, serpilmeye yeni başlamış Sevde ve goncasına durmuş Semra! Onların adı hep böyle kalacak. Ve biliyorum ki bahçemizden güller hiç eksilmeyecek. Dünyamızdan da Aziz’ler, Sevde’ler, Semra’lar!
Tüm güllere selamlar…
ZAFERİN BEDELİ
O sabah bir buruklukla uyandı. Doğruldu yatağında. Camdan dışarıya, oğlunun gittiği tarafa, baktı. "Ne yer ne içer oralarda yavrum?" diye düşündü. Gideli daha kırk gün olmamıştı ama içine bir burukluk çökmüştü. Bu tasayla yaşlı yüzüne yeni çizgiler eklenmiş, gözleri daha bir çökmüştü sanki. Yanağından incecik bir damla düştü nasırlı elinin üzerine.
Fatma Nine görmüştü savaşı. Biliyordu yavrusunun şimdi hangi cephede olduğunu. Onun içindi bu tasası. Birden hatırladı çocukluğunu. Yunan askerleri köylerini basmadan önce haber almış, anası onları dağa kaçırmıştı. Koskoca bir köy çoluk çocuk düşmüştü yola. Babası savaştaydı o zaman. Anası onları zorlukla sırtlayıp, beline evden aldığı kör bir bıçağı dolayıp çıkmıştı dağlara. Babası savaştan çok sonra dönmüştü. Görmez, konuşmaz bir adam olmuştu babası. Konuştuğunda sadece savaştı anlattığı, yanı başında onca arkadaşının, nice taze delikanlının toprağa düşüşüydü. Kan akan dağları, geceyi gündüze çeviren ateş toplarını anlatıyordu hep.
Yerin gökle nasıl bir olup, kendisini yutmaya çalıştığını anlatıyordu. Çığlıklar, koşuşmalar, sevdiğini son kez göremeden ölenler... "Dedelerimdi, onlar, amcalarımdı." diye düşündü Fatma Nine." Ne canlar, yitirdik bu toprak uğruna." Hayâl meyâl gözünün önüne geldi, dağdan köylerinin yanışını izlemeleri. Köyden çıkarken bulamadığı kedisi için ağlamıştı.
Şimdi oğluydu yangın yerinde bıraktığı, düğünle zurnayla, dualarla asker ettiği oğlu. "Toprak ki bizim en değerli nimetimiz. Onu canınla koru oğlum. " demişti, uğurlarken. Ama çok özlemişti onu.
Hem yüreğinin tam can yerine oturan bu acı da neydi?
Kapı çalındı
Pat !.. Pat!.. Pat!...
Hayır olsun, diyerek dermansız ayaklarıyla kapıya yürüdü.
- Oğlun şehit olmuş Fatma Nine, dediler.
- Allah'ım ne kolay söylediler, dedi.
Yığıldı oracıkta Fatma Nine. Çatlamış dudaklarından dökülen son sözü ise:
" VATAN SAĞ OLSUN!.." idi.
GÖZLERİM GÖRECEĞİNİ GÖRDÜ
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkâm yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hâli dikkatini çekti ve yanına gidip:
“Ne var evlât ?” diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
“Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?”
O zaman nefer tok sesiyle “Üzülmeyin efendim.” diye cevap verdi. “Benim gözlerim göreceğini gördü.” (Evet düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hâle getirilmişti.)
Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
ONA VERİNİZ!
Fatih Sultan Mehmet beyaz atına binmiş, ordusunun önünde, İstanbul' ilk defa giriyordu. İki yanında O'nu yetiştiren Akşemsettin, Molla Hüsrev ve Molla Gürani. Şehir halkı yol boyunca dizilmiş, heyecanla Türk Ordusunu karşılıyor.
Bu arada halkın arasından birçok kimse, ellerindeki çiçek demetini Padişaha sunmak için ileri atılıyor. Hepsi de Akşemsettin'i ak sakalıyla ağır duruşuyla Padişah sanıp çiçekleri O'na sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih'i göstererek:
- Sultan Mehmet odur. Çiçekleri ona veriniz, demek istiyor.
Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere Hocası Akşemsettin'i göstererek:
- Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama O, benim hocamdır, diyor.
AHLÂKLI SU ATEŞİ...
‘Su’, ‘ateş’ ve ‘ahlâk’ dostluk kurmuşlar; Bir gün ormana dolaşmaya çıkmışlar. Fakat bir müddet sonra içlerine bir korkudur düşmüş. Orman çok büyük ve çok karışıkmış. Her türlü ihtimâle karşı birbirlerini kaybederlerse nasıl bulacaklarını düşünmeye başlamışlar.
Ateş ve ahlâk suya sormuşlar, "Kaybolursan seni nasıl bulacağız?"
Su yanıt olarak: "Nerede bir şırıltı duyarsanız ben oradayım." demiş.
Sıra ateşe gelmiş; "Seni yitirirsek ne yapalim?" diye sormuş su.
Ateş, "Duman gördüğünüz yerde ben varım." cevabını vermiş.
Sıra ahlâka gelince, yanıtı şu olmuş:
"Beni kaybederseniz, bir daha kesinlikle bulamazsınız!"
SARHOŞ SÜRÜCÜ VE AVUKAT
Portekiz'de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir.
Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün meslekî marifetlerini kullanarak bayan Sophie'yı ceza almaktan kurtarır.
Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer.
Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür.
Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir." [Kuran-ı Kerim, Şura, 30].
BİSİKLET
Dokuz yaşındaki Almie Rose bana ve babasına bir bisiklet istediğini söylediğinde Noel' e iki ay vardı. Noel yaklaştıkça Almie Rose' un bisiklet tutkusu yavaş yavaş yok olmaya başladı ya da bize öyle geldi. Bunun üzerine ona son günlerde kız çocukları arasında büyük beğeni toplayan bir bebek ve bebek evi satın aldık Noel için.
Fakat, 23 Aralık' ta birdenbire, "bir bisikleti olmasını, her şeyden çok istediğini" dile getirdi.
Artık çok geçti. Noel yemeğinin hazırlanması, unuttuklarımız için ufak tefek armağanların alınması gerekiyordu ve küçük kızımızın istediği bisikleti seçmek için yeterli zamanımız kalmamıştı.
Noel gecesi gelip çatmıştı. Gece saat 9 olduğunda ise Almie Rose ve küçük kardeşi Dylan mışıl mışıl yataklarında uyuyorlardı. O anda Almie Rose' un düşlediği bisiklet aklımıza geldi, suçluluk duyuyorduk ve anne baba olarak çocuğumuzu düş kırıklığına uğratmak bizi çok üzüyordu. Babası, "Ne dersin, bilmiyorum. Aklıma şöyle bir şey geldi. Kilden bir bisiklet yapayım ve üzerine bu bisikleti verip, yerine gerçek bir bisiklet alabileceğini yazalım" dedi. Bulduğumuz çözüm çok hoşumuza gitmişti, çünkü kızımız artık büyümüştü ve istediği bisikleti kendisinin seçmesi çok mantıklıydı. Böylelikle eşim, tam dört saat uğraştıktan sonra kilden minyatür bir bisiklet yaptı.
Noel sabahı, Almie Rose' un kalp seklindeki paketi açıp, içinden beyaz ve kırmızı renkli kil bisikleti eline almasını heyecanla izledik. Üzerindeki notu yüksek sesle okuduktan sonra bize dönüp, " Yani babamın yaptığı bisikletin yerine gerçek bir bisiklet mi alabileceğim?"
" Evet" dedim gülümseyerek.
Almie Rose' un gözleri doldu ve "Babamın yaptığı bu güzel bisikleti veremem. Gerçek bir bisiklet istemiyorum" dedi.
O anda uçtuk sanki ikimiz da mutluluktan. Yeryüzündeki bütün bisikletleri alabilirdik kızımıza.
BİR SAAT
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş.
Çocuk babasına:
"Baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sormuş. Zaten yorgun gelen adam "Bu seni ilgilendirmez." diye cevaplamış.
Bunun üzerine çocuk:
"Babacığım lütfen bilmek istiyorum." diye cevap vermiş. Adam,
"İlla ki bilmek istiyorsan 20 dolar kazanıyorum." diye cevap vermiş.
Bunun üzerine çocuk,
"Peki bana 10 dolar borç verir misin?" diye sormuş. Adam iyice sinirlenip:
"Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi derhal odana git ve kapını kapat." demiş. Çocuk sessizce odasına çıkıp kapısını kapatmış. Adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder diye düşünmüş. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş. Belki de gerçekten lazımdı, diye geçirmiş içinden. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa:
"Uyuyor musun?" diye sormuş. Çocuk,
"Hayır." demiş.
"Al bakalım istediğin 10 doları. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm, ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim." demiş. Çocuk sevinçle haykırmış:
"Teşekkür ederim babacığım."
Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış. Bunu gören adam iyice sinirlenerek:
"Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?" demiş. Çocuk,
"Ama yeterince yoktu." demiş ve paraları babasına uzatarak:
"İşte 20 dolar, 1 SAATİNİ BANA AYIRIR MISIN?" demiş...
ASIL FAKİRLİK
Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.
Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,
"İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"
"Evet!"
"Ne öğrendin peki?"
Oğlu cevap verdi,
"Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi, "Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"
MARANGOZ
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, "sana benden hediye". Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı!
Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zaman da, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.
Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.
4 MAHALLELİ KASABA
Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama'lar yaşıyormuş. Evetama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evetama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 20 ziyaretçi (27 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|